Duvara yansımasını sevdiğim tek gölge bu.
Ben hiçbir şeyin aslını sevmem. Geçmişteki fotoğraflarım şimdi olduğundan hep daha fazla yakın gelir bana. Şeker Ahmet Paşanın orijinal eserinin önünde durdum, derste anlattığım düşük çözünürlüklü olandan daha az sevdim. Eminim paşayı tanısam bu defa da resmini severdim. Annemin bir fotoğrafı var, annemden çok seviyorum onu. Defterlerimde yazdıklarım şuan olduğum kişiden ve küçük ablamın ezberlediği Ahmed Arif, Ahmed Arif'in kendisinden değerli. Ben hakikati sevmem, aramam ve merak etmem. Platon halt etmiş, gerçek varsa mağaranın kendisidir.
Gerçek var mı? Birazına rastlıyorum bu aralar. Bazen gerçek ailenin aslında o kadar da ölüme yakın olmadığını hissetmek ve onların yeniden kıyafet alışverişi yapmasına sevinmektir. Yolculukta bacaklarını karnına çekip aslında sıkıldığın bir kitabı okurken ne kadar şanslı olduğunu fark etmektir. Bazen paçayı kurtarmak için samimiyeti olmayan özürleri dilemek, utancın bir çocuğu nasıl susturabileceğini ya da çok konuşturabileceğini görmek ve bu kedi köpek kavgasında sıyrıksız geçen günleri yeterli saymak da bunların arasında.
Gerçek mi bilemem ama güzel anlar var. İnsanların güneş altında yanaklarında parlayan ince tüylerini, kelebeklere dokununca elde kalan o parlaklığı, yosunların sertliğini ve kar yağan bir gecenin beyazlığını seviyorum. Bunlar mutlu satırlar mı? Sadece laf ebeliği, kelimelerim olmasın isterdim.
Ama çok var. Her şeye yüzlerce sayfanın arkasından bakacağım, anlamaya çalışırken iyiden iyiye kaybedeceğim. Suların altını görmeye çalıştıkça bulandıracak ve üstüne de her balıktan tek tek övgü alacağım; "hiç böyle düşünmemiştim". Benim yüzgeçlerim yok, yeni bir batığım. Keşfedilmeyecek ve heyecan duyulmayacağım. Şimdiden pas içindeyim ve parlak derilerdeki yansımama aşığım.
İşleri abartmayı severim, hüznü ne kadar süslersem hayatım o kadar romantikleşir. Yeterince uzağa kaçabildik mi? Olmazsa biraz daha mübalağa, azıcık daha alıntı ve minik de bir uzağa dalma. Yine mi olmadı? Hadi o zaman şehirler arası yollardaki ölü hayvanları sayalım. Bir kirpi, sarı beyaz bir kedi, bir köpek yavrusu ve hatta bir tilki! Çocuk öyküsü gibi bir yolculuk, arka koltukta uyuyan bir kadın, önümüzde cesetler. Peki yağmurlu havada silecekleri açalım ve müziğin sesini kısalım. Geldik mi? Sabaha henüz kimse dokunmamış ve kaldırımlar ıslak. Belki bir saat daha var değersiz düşünceler için, sonra trafik ışıkları yeniden ciddileşecek.
Şimdi bir ulu camii nişinde, demir parmaklıklı penceredeki karınca olmak isterdim. Avludaki şahideler için bir kış okumayı sökmeye çalışır ve tek dizeyi hayatın anlamı bellerdim. Bir adamın üstünden dökülen susam kırıntısını taşır, ona biat ederdim. Yollarda, elektrik direğindeki bir leylek olmak isterdim. Yuvamı ya da beni görenler ev alacaklarına yahut gezeceklerine inansınlar. Upuzun bacaklarımla arzı endam edip uğurlu olduğuma inanayım. Ya da topraktan henüz çıkmış ve yüzünü göğe dikmiş, yapış yapış bir sümüklü böcek, havayı ciğerlerime doldurayım.
Yürümeliyim. Bir insan olarak yürümeli, yüzleri mahmur amcalara minibüs durağını sormalı ve artık bana göre genç insanların yüzlerine bakarken onların yaşlarındayken olup biteni yeniden düşünmeliyim. Ben hiçbir anı sevmem, ya geçmişi düşünürüm ya da normalde hiç orda olmayan olmayacak şeyleri.
Bir okulun sabah marşına denk geliyorum durağa doğru giderken, büyüklerin gölgesi çocukların üzerine düşüyor, duvara yansımasını daha az sevdiğim gölgeler bunlar...
Yorumlar
Yorum Gönder