Ana içeriğe atla

Yaz Hüznü

Evimde yalnızım. İnsan çokluk arasında olunca öfkeleniyor, tek kalınca da hüzünleniyor. Kendime ayırdığım vakitler arttıkça artıyor, olduğum kişi olmak istediğime yaklaşıyor. Peki gündüz çalışkanlığı ve sabrı neden gece olunca yerini iç çekişlerle göz dolmalarına bırakıyor? Bunun büyümekle ilgili olduğunu düşünmeye başladım, aslında yaş aldıkça gece uykularımızdan sabaha karşı uyanıp rüyayla gerçek arasında hayal kırıklıklarımızı uzaklardan seçebiliyoruz. Uykularım alkolsüz kalınca ya da upuzun yürüyüşlerden mahrum olunca kesik kesik. Parça parça. Suratım en son yirmilerinde şekil almıştı, otuza yaklaşırken yeniden değiştiğini fark ediyorum. Yüzümün kemikleri daha önde ve gözleri küçük. Sırtım, bacaklarım, saçlarım yaşıma yerleşmeye başlıyor. Saçlarımda beyazlar, kaşlarım arasında anne ve babamda olanın aynısı bir uzun çizgi beni yaşıyor olmanın hüznüne alıştırıyor. Ölmüyorum ve melankoli dışında gerçek bir acı çemberinden geçmiyorum. Bu tek başına, dünyada milyonlarca iyi ve kötü şey olurken; ben ve hayatım iyi ve kötü milyon tane ayrı şeye gebeyken insanı içlendirebiliyor. Kendi kendimi taşıyorum, kendi kendimi taşıyabilmenin mağrurluğu terden ıslanan çarşaftaki kedi tüyleriyle karışıp bir oluyor ve beni yalnız kendi hikayelerimi yazıp yaşamaya mecbur ediyor. Çünkü her defasında benden daha iyi yazabilecek birinin olmadığını  tecrübe ediyorum.

Kendimi çok sevmek mi bu, önemsemek mi, koruyup kollamak mı ya da derin olmayan bir performans çizelgesine mi çevirmek kendimi, bu sorular uzun zamandır aklıma gelmiyor. Kendim olmadığım upuzun bir süreç geçirdim kırmızı kumlar arasında, yaklaşmaya ve karışmaya çalışarak bir hayli boş gün geçirdim. Kendim dışında hiçbir şey bilmediğim, dinlemediğim, uzak durmak için değil gerçekten uzak olduğum için dünyayı ne kadar dışlamış zamanlarım vardı. O zamanlar bendim, benim doğamdı. Ben vahşi bir hayvanı evcilleştirir gibi ihtişamlı yalnızlığımı ehlileştirmeye baktım hep, ona haksızlık ettim. Şimdi onu yeniden aramaya başladım, hala kibirli ve zevkli duruyor uzaktan. Ama dediğine göre ben de yağmurdan ıslanmış bir porsuktan ziyade vücudunda havalı yara izleri olan bir kurda ya da aslana benziyorum. Gözlerim hüzünlü ama sırtım dik. 

Önümüzdeki yıl için bir tane kalkınma planı yapıp astım, uzun uzun yazdım çizdim. Epey bir detay verip ihtiyaçlarımı gözledim. İşin sonunda daha şimdiden belki en zorlarını atlatmış görünüyorum, hemen eklemeli; tek tek isteklerimi yazarken klozet damlatmıyor ya da dolap üstüme yıkılmak için fırsat kollamıyordu. Aklıma yapmaya çalıştığım gibi her şeyi ya tamir ediyor ya düzenliyorum. Ben bunları yazarken kedim kuyruğu dik dik yürüyor, kredi kartım araba sigortası taksitlerini gördüğü için bunalıyor, tezim artık benden ayrılıp kendi başına var olmaya çalışıyor, kitaplıktan masaya teşrif eden yabancı dil kitapları alacaklı gibi bakıyor, bateri daha çok ilgi beklerken romanlar da kendini acındırıyor. Duvarda asılı çizimlerimi, kongre metinlerimi, öğretmen kimliğimi, ilk evimi ve ilk arabamı, anılarımdaki o uzun güzel üniversite aşkını; kitapçılarda, sergilerde ve tiyatrolarda geçen saatleri kim alabilir elimden? Bunlara baktığımda aylar önce yazdığım gibi, her şeyin şafağında görüyordum kendimi. Şimdi gelmesini beklediğim ışığın kendisi olduğumu fark ediyorum. 

Yaşıyor olmanın hüznü, beklentilerin kırgınlığı ve kendimi unutmanın kızgınlığı içinde engellerden atlıyorum. İçim gurur ve zevk, dışım kaos ve huzursuzluk dolu. Benim savaş aletim ok ya da silah değil, güzel ve kalın bir kalkan. Kalkınma planı ismini verip duvara astığım kağıda bunu eklemedim ama önümüzdeki sene nehirlerin ya da mezarlıkların değil kalkanımın senesi olacak. Gece hüzünlerim adına, söz veriyorum!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akla Çok Düşünmeler Sonucu Bir Anda Düşen ve Muhtemelen Hızla Unutulacak Pek Ciddi (!) Farkındalıklar

Başlığı tutabileceğim kadar uzun upuzun tuttuktan sonra metni de bir o kadar kısa tutma niyetindeyim ama aşağıda da yazacağım üzere insanların niyeti her zaman sürtünme kuvvetine yenilmeye mahkum. Yine de en özet haliyle bu dönem başlık kadar uzun upuzun yürüyüşlere çıktım, geceleri hindi gibi uzaklara daldım ve işte bu düşünmeler sonucunda bir yere yine varamadım. Ama tabii yazmasam olmuyor.  İnsan sadece kendine nefretinden kurbanlar seçebilir ve bu nefreti çevresindekilere kanalize ederek bir başkasını yıkmak için delicesine ısrarcı olabilir.  Buna hiç inanmazdım, sevmediği ve sevilmediği zamanlar bile insanlar yoluna gider diye düşünürdüm. Bu epey yanlış ve dünyanın gerçeklerinden bihaber bir yaklaşımmış. Gözümün önünde bazı şeyler oldu bu yıl, ben birilerinin sadece karşısındakini sevmediği ya da kıskandığı için veya o olamadığı için onun berbatlığını ispata çalışmaya ciddi bir mesai harcadığını öğrendim. İnsanları huzursuz ettiklerinde aldıkları keyfin kendi hayatlarında değerli

İlk Evime Kirli Bir Apart Koltuğunda Yazılan Veda Mektubu

Çilingir yolu gözlerken bilgisayarımın şarjı olduğunu hatırlıyorum. Sevdiğim güzel filmlerdeki güzel betimlemeler Şırnak için fazla belki ama benim ilk evim için değer. Hep içimde mağlubiyet hissi var, zafer varsa bile ortada şuan şu vakit ben göremiyorum.  Her zaman her yerde anahtarımı, cüzdanımı ve bazen de abartarak çantamı unuturum. Genelde de ya evin kapısının önünde ya da yolda aklıma gelir. Ani panik, yüzü aşina çilingir, kedimin kapı açılana kadar dramatize miyavlama sesleri, yeni anahtar takımı... İşte bir devir böyle açılabilecek kapıların anahtarlarını kaybederek geçti. Ben son defa eşyalarımı toplamak için döndüm, bir daha bu evin anahtarlarını bir yerlerde unutamayacağım.  Kapı açılır açılmaz eşyalarımı koridor bile denilemeyecek girişe yığacağım. Kapının hemen arkasında çiviyle tutturduğum bir askılık, altında Mercimek Hanım'ın kumu. Yerde her zaman ayağa batan, agresif kedi kumu taneleri. Hemen sağda salonum ve mutfağım var. Mutfak bir anne kahverengisi, tezgah bir

Şamlılar Pastanesi Yıkılmış

Burada çalışmak istemezdim. Herhangi bir zincir kahvecinin bol şuruplu adını bi türlü ezberleyemediğim kahvesini yudumlarken, üniversitedeyken gittiğim o epey uzaktaki pastaneyi özlüyorum. Orda olmak, çay sevmediğim halde çay içmek, çalışmamın sonunu bir Türk kahvesiyle taçlandırıp epeyce eski kasada hesabı ödeyip çıkmak istiyorum. Kimsenin çok bilmediği arka bahçesinin duvarlarındaki seramik kırıklarından yapılmış bezemeyi görmek, demir işlemeli sert sandalyelerde oturmak ve gazoz içmek istiyorum. Şamlılar pastanesinin matruşka misali iç içe olan ve kapılarla ayrılmış ama bir yandan da pek ayrı hissettirmeyen içerisinde oturmak ve pastane sahibinin abisinin yaptığı manzara resimlerine bakmayı arzuluyorum. Sahibini hatırlıyorum, ince uzun yapılı, uzun bacaklı, sakin mizaçlı, müşterileri -misafir mi demeli- güler yüzlü karşılamaları vardı. Geçen yıl gitmiş miydim ben oraya? Geçen yıl bugün yıkılma ihtimali yoktu, çok üzüldü mü acaba? Yoksa kırk yılı aşkın bir mirası hakkıyla göğüslemeni