Ana içeriğe atla

Market Alışverişi Gelinceye Kadar Durum Güncellemesi

Mart ayından bir pazar akşam üstü, dışarda bir başlayıp bir duran aklı karışık bir yağmur var. Kedim perdenin arkasından kuş sesini merakla dinliyor, ben aylardır silip süpürmediğim evimi dün temizledim diye tozdan hasta olmuş halde yutkunmayı normalleştirmeye çalışıyorum. Yanımda kayısılı bir bitki çayı var, kilo verme serüvenim sürdükçe alışveriş listesi kabarıyor ve ilk defa eve kitaptan çok kıyafet geliyor. Yine upuzun bir ilişki sonrası kendimi özlemişim. Kurtlar uzun kıtlıklardan sonraki ilk avlarında haddinden fazla hayvanı telef edip yemezlermiş. Ben kendime susamış bir kurt gibi hissediyorum, evde kendimle ve kurduğum hayatımla ilgilenmekten pek hoşnutum. Ardımda sürekli gidilmeyen buluşmaları ve anlamsız konuşmaları bırakıyorum, bol bol iletişim isteklerini telef edip güzel şarkılar dinliyorum. İlk defa yeni bir romantizm hayaliyle kafamı yastığa koymuyorum hatta böyle bir fikre öyle uzağım ki, bu beni neşelendiriyor. Hep böyle devam edebilirim hissi var içimde, eskiden böyle olmazdı.

Benim onlarca şaşaalı b planım vardır, hayatımın en kötü huyu zaten mütevazı a planlarını sevmemesi. Kaderimde ne yazık ki sürekli oldurmaya çalıştığım sakin, iki kişilik, bol gezip eğlenmeli ve deneyimlemeli bir ilişkinin içinde kaybolmak yokmuş. Yeniden bir salyangoz gibi içime çekildim ve aklımda yapabildiğimi bildiğim fakat tercih etmeyeceğim bir hayat şeklini yeniden kuruyorum, en önemlisi bunu artık kesin bir görüşle kabulleniyorum. Tekrar çok okumaya başladım, yazmada da eskiye nazaran hızlandım, hedeflerimdeki gülünç isim takıntılarını bırakmaya karar verdim ve doktora yerine sanatta yeterlilikte karar kıldım. Anladım ki biraz daha eskiden bayıldığım sanatı parçalara bölerek anlama olayına tahammülüm kalmadı. Sanat eleştirisinin çok ciddi tek sorunu var ki neye elinizi daha doğrusu kaleminizi atarsanız ondan geriye bir şey kalmıyor, öyle parçalayıp un ufak ediyorsunuz ki yeniden birleşmiyor. Fromm diyordu sanırım, sevmenin bir yolunun da sevilen neyse onu parçalayıp içine bakarak anlamak diye, işte bu söz tam olarak akademik hayatı özetler gibi. 

Hem ben güncel sanatın içinde kalmak da istiyorum, her yıl hobilerim ve ilgi alanlarım değişsin istiyorum. Çok değerli isimlerin çok değerli çalışmalarına saygı duyuyorum ama bir devin omzundan bakamayacak kadar hevesliyim kendi zamanımı yaşamaya ve belki yirmi kişinin okumayacağı makaleleri sırf ismimin başına gelecek kurgu sıfatlar için yazmak istemiyorum, perdesini araladığımda karanlığında boğulmaktan zevk alacağım bir konu daha gelmezse karşıma buna kalkışmayı salyangoz kabuğuma hakaret sayıyorum. Hoş, belki bunlar için çok erken, ben hala bir lise öğretmeniyim ve çocuk kitapları yazıp çizen bir sanatçı değilim. Hatta üniversiteye dahi geçmedim, doğu görevim devam ederken ideal öğretmenlik algım da klasiğe dönüyor. Ama işte, insanım. Bedenim bir damla kan, bin endişe ve milyon planla dolu. Yaş otuz olmadan birkaç şeyi daha halletmem gerekiyor, kurgu sıfatlardan kaçarken kendi hayatımı son sürat kurgulamaya bakıyorum. 

Bunun yanında mayısta kredi kartımı kapatmaya, haziran sonunda Konya ile Ankara'yı gezmeye ve 60 kiloya düşmeye karar veriyorum. Ayrıca bir sonraki blog yazıma kadar klozet musluğunu tamir ettirmeyi ve ayakkabılık meselesini bütçe dostu yöntemlerle halletmeyi de buraya not düşüyorum. Tezimin ilk taslağını 25 mayısa kadar sisteme yüklemeyi de kendime emrediyorum. Ve bir biçimde yaşamımın bundan sonraki ilk sapmasında o parıltıyı nihayet bulacağını hissediyorum.

Şimdi brüksel lahanası yıkama vakti...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Perşembe Günü

İnsana çok da fazla boş zaman gerekmiyor aksi halde blog yazmaya başlıyor. Çocuk mu yapmalıydı? Yüzümdeki lekeler ne yapsam geçmedi ya da ben sivilcelerimi kazıyıp durduğum için ne yapsam fayda etmedi. Alın yazımın olması gereken yerde yaralar olduğu için mi bu aralar hayatım durduğu yerde beklemeye devam ediyor yoksa daha anlamlı bir noktası var mı bu durağın? Günümü melankolikleştirmeye bayılıyorum, peki bugün niye daha hüzünlü? Boş zaman, her şey boş zamanlar yüzünden.  Karın yağışını izledim, lezzetli bir sandviç yaptım ve bitki çayımla romantik komedi izledim. Gece gördüğüm freudyen rüyaları düşünmedim ve defalarca içine dalıp çıkmadığım havuza neden ablamı da sürüklediğime kafa yormadım. Kedim masamda uyurken onu izledim ve iyi müzikler dinledim. Neden bir yanım aşırı huzurlu diğer yanım cehennem? Her şey boş zamanların suçu. Boş zamanlar yüzünden anlıyorum kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey olmadığını. Zıt kelimelerin gereksizliğini ve balkon parmaklıklarının trajik bir ö...

Yetişkinler Cephesinde Yeni Bir Şey Yok*

 ve tabii bende de... Puslu bir kahve içiyorum, ben mi kötü süzdüm yoksa kahvenin kendisi mi bu? İçten içe hayata karşı da aynısını hissettiğimi tüm umutlu insanlara bildirmeyi bir borç bilirim. İşler büyüdükçe kötüleşmiyor, zaten hep kötüymüş. Yetişkin olmak vergi ödemek, taksit vermek, çiçekleri düzenli sulamak ve pişman olurum korkusuyla dövme yaptırmamakmış. Daha söylenecek çok şey var, yetişkinlik aynı zamanda tüm bu kötü şeyleri o kadar da kötü görmemek demekmiş. Ve en değerli olan melankoli hissini kaybedip gerçekten üzücü şeylere üzülmek de olabilir. Ben melankolimi kaybetmemek için büyümüyorum. Melankoli her zaman lüks hissettiriyor ve selenyum eksikliklerinden ya da mr randevularından muaf olabiliyorsun. Dünyanın en güzel hissi hala yere dökülen saç tellerini görmezden gelmek ve kirli ayakkabılarla kitapçı gezebilmek.  Fakat bazen karşı  cepheye de geçiyorum. Ekonomi videoları izliyor ve yeni bir dünya savaşından korkuyorum. Oysa genelde tam aşkı bulduğum vakit ...

Şamlılar Pastanesi Yıkılmış

Burada çalışmak istemezdim. Herhangi bir zincir kahvecinin bol şuruplu adını bi türlü ezberleyemediğim kahvesini yudumlarken, üniversitedeyken gittiğim o epey uzaktaki pastaneyi özlüyorum. Orda olmak, çay sevmediğim halde çay içmek, çalışmamın sonunu bir Türk kahvesiyle taçlandırıp epeyce eski kasada hesabı ödeyip çıkmak istiyorum. Kimsenin çok bilmediği arka bahçesinin duvarlarındaki seramik kırıklarından yapılmış bezemeyi görmek, demir işlemeli sert sandalyelerde oturmak ve gazoz içmek istiyorum. Şamlılar pastanesinin matruşka misali iç içe olan ve kapılarla ayrılmış ama bir yandan da pek ayrı hissettirmeyen içerisinde oturmak ve pastane sahibinin abisinin yaptığı manzara resimlerine bakmayı arzuluyorum. Sahibini hatırlıyorum, ince uzun yapılı, uzun bacaklı, sakin mizaçlı, müşterileri -misafir mi demeli- güler yüzlü karşılamaları vardı. Geçen yıl gitmiş miydim ben oraya? Geçen yıl bugün yıkılma ihtimali yoktu, çok üzüldü mü acaba? Yoksa kırk yılı aşkın bir mirası hakkıyla göğüslemeni...