Ana içeriğe atla

Akla Çok Düşünmeler Sonucu Bir Anda Düşen ve Muhtemelen Hızla Unutulacak Pek Ciddi (!) Farkındalıklar

Başlığı tutabileceğim kadar uzun upuzun tuttuktan sonra metni de bir o kadar kısa tutma niyetindeyim ama aşağıda da yazacağım üzere insanların niyeti her zaman sürtünme kuvvetine yenilmeye mahkum. Yine de en özet haliyle bu dönem başlık kadar uzun upuzun yürüyüşlere çıktım, geceleri hindi gibi uzaklara daldım ve işte bu düşünmeler sonucunda bir yere yine varamadım. Ama tabii yazmasam olmuyor. 

İnsan sadece kendine nefretinden kurbanlar seçebilir ve bu nefreti çevresindekilere kanalize ederek bir başkasını yıkmak için delicesine ısrarcı olabilir. 

Buna hiç inanmazdım, sevmediği ve sevilmediği zamanlar bile insanlar yoluna gider diye düşünürdüm. Bu epey yanlış ve dünyanın gerçeklerinden bihaber bir yaklaşımmış. Gözümün önünde bazı şeyler oldu bu yıl, ben birilerinin sadece karşısındakini sevmediği ya da kıskandığı için veya o olamadığı için onun berbatlığını ispata çalışmaya ciddi bir mesai harcadığını öğrendim. İnsanları huzursuz ettiklerinde aldıkları keyfin kendi hayatlarında değerli tek nokta olmadıklarını herkesten iyi bildikleri için olduğunu gördüm. Bu sadece üçüncü sınıf drama dizilerinde olur sanırdım, gerçek dünya buymuş. Bu tür insanların ayrıca herkesi mutsuz sanma eğilimleri var. Bir biçimde herkesin mutsuz, histerik, yanlış olduklarını düşünüyorlar. Reddedildiklerinde, kendilerini yetersiz gördüklerinde, sevilmediklerinde dünyayı yıkabilecek kadar büyük inanılmaz bir enerjiyle doluyorlar. Onlar tedavi edilemezler, onlardan sadece korunmak gerekir. Klişe ama o çok bilinen değerli söz gibi, baktığın benim gördüğün sensin.*

Fark ettiğim bu noktalara çeşitli çözüm (!) önerilerim de var, ben bilmiş biriyim. Hazır olduğum dönem geldiğinde yaptığım işler dışında görünür olmayacağım ve hayatımın detaylarını böyle patolojik tiplere karşı koruyacağım. İnsan işte, ortalaması bu. Evim mahrem, insan ilişkilerim kısıtlı, telefonum kapalı olacak. 

Müdahale ediyorum, insanlar kabullenilmek istiyor ama ben kendim de dahil herkesi kusurlu ve değiştirilmesi gereken bir proje olarak görüyorum. Bu yüzden insanlar benden uzaklaşıyor ben de onları sevmek yerine düzeltmeye çalıştığım için önemseyemiyorum.

Kötü niyetli biri olduğumu hala ısrarla düşünmesem de kötü şeyler yapıyorum günün sonunda. Bir şey kusurlu olsa da, gidilen nokta taşlarla kaplıysa da insan onu sevebilir. Bunu kabul edemiyorum. Sevmeyi bilmiyorum, benim için sevmek korumak ve geliştirmek demek. Bu da beni sürekli kusur arayan ve egoist biri olarak gösteriyor. Oysa sadece endişeli oluyorum. Çok korkuyorum, çok çok korkuyorum. Kendim ve hayatım üzerine çok düşündüğüm için ve bu yüzden de bazı vakitler hayatım o kendine ait ruhunu kaybettiği için başkalarına da aynısını yapıyorum. 

Bazı arkadaşlarımla sevgi dilimiz aynı, onlar da bana müdahale ediyor ve bazı sevdiğim şeylerden beni uzaklaştırıyor. Layık görmedikleri için ya da benim için daha güzellerini istedikleri için. Onlar beni anlıyor, bana kırılmıyor ve birebir aynı şeyleri yapıyoruz birbirimize. Belki bu kötü huylarımı yalnız sevgi dili benle aynı olanlara saklamalıyım. Sevmeyi, kabul etmeyi ve karşımdakini bir proje olarak görmeyi bırakmalıyım. Korkmamalıyım. Sevince korkuyorum. Sevince sadece sevmeliyim. 

Erkeklere düşkünlüğüm var, hepsine değil. Seçici bir çapkınım ben, karşıma hoş edasıyla, güzel konuşmasıyla bir bey çıktı mı dünya dönmeyi bırakıyor, hayat onun dudakları elleri ve omuzlarına ait bir yere dönüyor sadece. Beğendiğim kişilerin sayı olarak görece az olması beni daha aklı başında bir yere konumlandırmıyor aslında ya da tek eşli olmam, aşk aynı aşk. Daha başarılı olmak için at gözlüklerimin takılı  olmasını  istediğim anlar oluyor hatta kısırlaştırılmış bir kediye heves ediyorum. Ama bu yanlış, diğer alanlardaki keyifli inatçılığımı bu çok şikayetçi olduğum tutkuma borçluyum.

Bu başlığı Nolan'ın son filmini izlerken sinema salonunda fark ettim. Keşke bu adam gibi başarılı olsaydım dedim ve keşke sürekli aşık gezmeseydim. Sonra tabii alemlerin yok edicisinin de, Kafka'nın ve Nazım Hikmet'in de, hatta Kemal Atatürk'ün de flörtü ve kadınları sevdiklerini düşündüm. Canıgüz'ün hiç unutmadığım sözünün tersi gibi, iradem zayıf çünkü tutkularım güçlü. Bu flörtözlüğüme bulduğum çözüm ise pek olgun (!) ama burada yazamam. Her ay beş kişi falan okuyor sonuçta...

Bu başlıklar da dahil o kadar fazla hayat üzerine düşünüp  konuşuyorum ki Fromm'un da dediği gibi bir çocuğun oyuncağını iki biçimde sevme şansı var, biri parçalayarak biri onunla oynayıp vakit geçirerek. Ben hayatımı daha iyi anlayacağımı düşündüğüm için parçalıyorum ve anlamaya çalışıyorum. Bu vakitlerin sonunda hem oyuncağım parçalanıyor hem de elim boş kalıyor.

Bir dönem arzuladığım akademik kariyeri ailem ya da toplum için mi istediğimi aşırı sorgulamıştım, bunun üstüne odaklanıp kaç günümü heba etmiştim. Ama işin sonunda insan şunu anlamalı, kendi akışımızda başarılı olduğumuz alanlar var. Bu ailemizin performans kaygısından olabiliyor. Evet. Ya da yanlış giden ilişkiler yumağından veya sadece ve sadece tarihsel olarak o gün orda olduğumuzdan. Ama bu neyi değiştirir ki, seçtiğimiz yol bize zevk veriyorsa ve başarılıysak. En önemlisi iyi hissettirebiliyor ve hissediyorsak. Aynısı benim için işimde istikrar sağlama ya da belli maddi güvenceler içinde rahat olma gibi mevzularda da ortaya çıkıyor. Bunun için düşünüp güvensizliğim yüzünden demek de bir seçenek, bunlar üstüne düşünmeyip elde ettiklerimle tamamlanmış hissetmek de seçenek. Her şeyi kendim yaptığım, yapmaya çalıştığım için kendimi yalnız da hissedebilirim güçlü de. İyi yazıyorum, bu hem akademik hem kurguda birkaç defa tescillendi. Neden olduğu kimin umurunda? Sadece devam etmeliyim. 

Seçeneklerimiz olduğunu düşünüyoruz, farklı biri olmak için ya da farklı bir yerde olmak için bazı seçeneklerimiz olduğunu. Problem şu, öyle bir şey yok. Geçmiş ve gelecekte yalnız ve yalnız kendimiz olmak dışında ve olduğumuz kişi olarak olaylara verdiğimiz tepkilerin de kendimize özgü olması dışında başka hiçbir seçeneğimiz yok. Anlayacağınız aynı yolu yeniden yürüsek vardığımız yer yine aynı olur. Kendimiz olarak, kendimizin en iyi  seçeneğiyiz. En azından bu evrende. 

Bir önceki başlıkla çok ilgili ciddi bir nokta daha, travmalarını banalleştirme. 

Tek ciddi felsefe sorunu* sahiden de ölüm. Yalnız daha da daraltmak lazım, tek ciddi felsefe sorunu yalnız sevdiğimiz birinin ölümüdür. Ölümü kendimizin kendimiz için hissedebildiğini düşünemiyorum. Sevdiğimiz, kıyamadığımız, saçlarının yastığa düşüşüne şahit olduğumuz ya da orta ayak parmağının uzunluğuyla dalga geçtiğimiz, önümüzde oturduğunda saçlarını taradığımız, boyadığımız, güzel bir kıyafeti en çok ona yakıştırdığımız, gözünün doluşuna ve kendi elleriyle kendi oynadığı zamanlara şahit olduğumuz, aynada kendine baktığını, makyajını izlediğimiz bir kadının bir bohça gibi sarılıp tohum gibi toprağa ekildiği zaman, en büyük felsefe problemidir işte. Bunlar dışında aşk da nefret de sadece yaşanıp geçilecek şeylerdir. Üzerinde durulması gereken tek şey sevdiğimiz bir kişinin kaybıdır. Onun gök kubbedeki hoş bir sedası, geçtiği sokaklardaki edası, aynadaki yansıması, tek felsefi sorun bunla baş etmemeyi, bunun baş edilebilecek değil de yaşanacak bir şey olduğunu kabullenmek de olabilir. Ama işte. Diğer her şey sadece yanından yürüyüp gitmemiz ayrıntılar işte.

Konu biraz dallanıp budaklansa da günümüzün popüler mevzusu terapi almak, çözmek, güçlenmek veya anlatmak. Sürekli anneni, babanı, kardeşini anlatmak, sana dokunan şeyleri yeniden yaşar gibi tekrarlamak. Acıyı azımsamıyorum. Ama artık öyle bir yere getirdik ki kendimizi, bizi biz yapan acılı durakların hepsini her yerde döküp saçarak kendimizi adileştirdik. Anne ve babamızın tek görevi sadece kendi anne ve babalarından daha iyi ebeveynlik yapmaktır, ailelerimizin çoğu sahiden de bunu karşılıyor. Öğrendikleri ve gördüklerinden fazlasını becerebilmişler. Takdir istediğimiz kadar takdir etmeliyiz. Ne zaman aşmaya gayretimin kalmadığı bir evre gelse hayatımda, aileme kızıp içleniyorum. Oysa onların görevi otuzuna gelen bir kadın için çoktan bitti. Zamanında kendi görevlerini kendilerine karşı olandan çok daha iyi yerine getirdiler. Travmatik olan bir durumu travmatize duygulardan uzak tutarsan güçleri kesilir, olaylara yaklaşımımız onu aşılamaz bir yere getiriyor. Bunların toplamı da toplumun kırk yaşında dış görünüşe sahip dört yaşındaki çocuklardan oluşmasına sebep oluyor. Geçmişin canı cehenneme, onlar geride kaldı. Yarın daha farklı bir gün. İyi  mi kötü mü bilmiyorum, ama farklı.

Bir nokta da şu, son dört yılımı insanların davranışlarına kalıplar bulup onları haklı çıkarmaya çalışarak geçirdim. Kötülüklerinin, ayıplarının sorumluluklarını çocukluklarına yükledim. Bu da beni savunmasızlaştırdı. Şimdi umurumda değil, hepimiz birbirimizin abartılmış çocukluk problemlerine eğilemeyiz. Herkes büyüsün. Ben de büyümeliyim. 

Karikatürleşmekten nasıl kaçabilirsin? 

Benim için yılın en önemli kazanımı buna çözüm getirebilmekti. Kendi işinden başa bir şey konuşmayan, okuduğu kitabı, kocasını, evladını, evini kendi gören, hayatını yalnız yaptığı ve elde ettiği şeylerden saymayan biri olmak için ne yapmalı diye çok düşündüm. Aslında çok basit, spontan olmak. Hayatın kendiliğinden gelişen ve iyi hissettiren detaylarına izin vermek. Seçkin bir gurmenin market raflarındaki bayat  atıştırmalıkları denemesi, aşırı stabil bir aşkın kavgasında yerlere çarpılan bardaklar, istikrarlı bir sporcunun tembellik ettiği günler, aşırı mantıklı davranmaya çalışan benin her aşık olduğunda dünyayı pespembe görmesi ve daha nicesi. Rutinlerden kaçmak da olabilir kişinin şiarı, o zaman mutlaka bir rutini olmalı. Kendine kendinden kaçmak için alanlar yaratmalı insan, daha çok kendisi olabilmek için. İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli,* di mi?

Yine bilmişlikler yaptım. Başlık açılamayacak kadar minik birkaç mevzu daha var. Çevremde hemen herkesin çadırlara, doğa yürüyüşlerine, ateş yakmalara birden pek heves etmeleri mesela. Bunu anlamaya çalıştım, sonra önceki blog yazılarımdan birinde buldum. İskandinav ülkeleri sanatı üzerine tüketimlerimden fark ettim ki iyi yemek yemek, şarap tatmak, edebiyatla ilgilenmek, tiyatro takip etmek bir kültür. Benim ülkem bunlara izin vermiyor, hoş gittikçe de kötüleşiyor durumlar. Doğamız harika olduğundan ve sularımız başka çağladığından değil, hepimiz babadan köylüyüz diye hepimizde tek ortak kültür var. O da doğa sevgisinden ziyade açık hava kültürü. İnsanlar ne yapsın, bunu allayıp pullayıp ayakları nasır, elleri çamurlu güzellemeler yapıyor. Ülkemin gençleri hayatta kalmaya çalışıyor, orta sınıf kendine dededen yadigar ömrü süslüyor. 

Birkaç tane daha. Bekar olmak hayatın olmayacağı anlamına geliyorsa tüm toplum için sen de bunu kabullenip tek çözümü evlenmekte aramamalısın. Sadece ısrar etmek lazım, gerçekten mutlu olacağını hissettiğin anda tüm duvarlar yıkılabilir ama ihtimaller için taş bile atmaya lüzum yok. Ha tabii bunun garantisi de yok, hayatının erkeğini bulmadan geçip gidebilirsin bu dünyadan. Böyle bir ihtimal de mümkün. Öfke üzerine düşündüğüm şey de ona izin vermemek, şu çok yanlış bir kabul. İçine atarsan artar mevzusu. Öfkelenmekten beslenmemek çok değerli. Ve bir de bazı insanların hayatında yeni hiçbir şey olmaz. Görünürde onlar için de zaman geçer gibidir ama hep aynı insan oldukları için dallarını budamadıklarından, kendilerini hiç sulamadıklarından herkesle ilişkileri aynı kalır ve hep aynı yılı ya da bazen aynı günü yaşayıp dururlar. Kendilerine unutmak için fırsat vermezler. Onları boş verip kavga bile etmemek en iyisi. Ardına bakmamak lazım, hepimizin tek yolculuk hakkı var.

Son olarak iyi şiirler keşfetmeyi unutmamalı, bu bazen bir filmde de karşısına çıkabiliyor insanın. 

Çünkü sadece güzel kelimelerin yan yana gelmesiyle boynumdan göğsüme akan, duru çoşkulu şelale kasıklarıma doğru bir sızı gibi ince ve sakin yol alıyor. Bacaklarımı dolanıp gerisin geri sırtım boyunca uzun bir yılana dönüyor ve saçlarımla birleşiyor. Ellerim dal olup uzanıyor, boynum sudan aşınmış kaya ve karnımda kımıl kımıl balıklar yüzüyor. Bunu insana sadece bir şiir yapabilir. 

*Mevlana*Albert Camus*Şule Gürbüz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şamlılar Pastanesi Yıkılmış

Burada çalışmak istemezdim. Herhangi bir zincir kahvecinin bol şuruplu adını bi türlü ezberleyemediğim kahvesini yudumlarken, üniversitedeyken gittiğim o epey uzaktaki pastaneyi özlüyorum. Orda olmak, çay sevmediğim halde çay içmek, çalışmamın sonunu bir Türk kahvesiyle taçlandırıp epeyce eski kasada hesabı ödeyip çıkmak istiyorum. Kimsenin çok bilmediği arka bahçesinin duvarlarındaki seramik kırıklarından yapılmış bezemeyi görmek, demir işlemeli sert sandalyelerde oturmak ve gazoz içmek istiyorum. Şamlılar pastanesinin matruşka misali iç içe olan ve kapılarla ayrılmış ama bir yandan da pek ayrı hissettirmeyen içerisinde oturmak ve pastane sahibinin abisinin yaptığı manzara resimlerine bakmayı arzuluyorum. Sahibini hatırlıyorum, ince uzun yapılı, uzun bacaklı, sakin mizaçlı, müşterileri -misafir mi demeli- güler yüzlü karşılamaları vardı. Geçen yıl gitmiş miydim ben oraya? Geçen yıl bugün yıkılma ihtimali yoktu, çok üzüldü mü acaba? Yoksa kırk yılı aşkın bir mirası hakkıyla göğüslemeni

"Sadece Mutsuz İnsanlar Sayar" ya da Prozac Esnemesi

Üniversitede sanat tarihine giriş dersinde hoca tüm sanat tarihini bilmenin insan kapasitesinin çok üstünde olduğunu söylemişti. Ben bugün bunu biraz daha arttırıp yaşamanın ve acı çekmenin de insanın sınırlarını çok aştığını söyleyeceğim.  İnsanın aklını kaybetmesi bir anlık, insanın aklını başına toplaması da. Yine nefes alamıyorum ve yine yanımda bitki çayı tütüyor. Yine ateşim var ve yine gözlerim yanıyor. Kaderci değilim ama insanın alnına, avuçlarına, göğsüne ve bilhassa karnına yazılan yazılar var işte. Benimki kaygı bozukluğu, alerjik astım ve nane çayından oluşan bir çeşni, kabulleniyorum. Ek olarak bir de yapılacak listeleri vardı, ben 29 yaşında kendini kocaman bir kontrol sayfasına çevirmiş bir kadın olarak bu satırları yazmaya devam ediyorum. Ama Bıçakçı'nın da dediği gibi sadece mutsuzlar sayar, ben bunun yanında kendimi de değiştirebiliyorum.  Geçen ay tüm yapılacak listelerimi çöpe attım, uzun uzun yazdığım 35'inde Uygar nasıl biri olmalı mektuplarını yırtıp ma

Ahmet Hasim'in Baktıgı Nehre Bakıyoruz

Bıçakçı bir kitabında bir yeri sevmemenin kendini çok sevmekle ilgili olduğunu yazmıştı. Bunun benim için geçerli olduğunu sanmıyorum. Cizre'yi sevmememin benimle alakası yok. O tek başına, kemikleri kırılmış; derisi yüzülmüş.* Bu nehrin karşısında bir videom var, geldiğim ilk zamanlar. O zaman Haşimle aynı nehre baktığımı bilmiyorum. Cizre'yi ne kadar beğendiğimi anlatıyorum gülerek, o tarihten yaklaşık bir yıl sonra yine aynı nehri gözlüyorum ve Haşim'in bu nehre baktığını öğreniyorum. Bu defa burayı hiç sevmediğimi geçiriyorum aklımdan.   Ben burada, yanımda ve karşımda olan, akan ve aktıkça gürleyen, kirli sularında azamet sakladığını düşünen yüzlerce suyun içinde ve dışında yürüdüğüm geceler yaşadım.  Şairane olmayan şeyler vardır, bence Dicle de onlardan biri. Ama bu kış kimle o nehrin kenarında yürüdüysek aynısını dedi. "Ahmet Haşim'in Baktığı Nehre Bakıyoruz." Sanki insanlar ve nehirler ağız birliği yapmış.  Orda görünen ama gerçekte orda olmayan şeyle