Ana içeriğe atla

İlk Evime Kirli Bir Apart Koltuğunda Yazılan Veda Mektubu

Çilingir yolu gözlerken bilgisayarımın şarjı olduğunu hatırlıyorum. Sevdiğim güzel filmlerdeki güzel betimlemeler Şırnak için fazla belki ama benim ilk evim için değer. Hep içimde mağlubiyet hissi var, zafer varsa bile ortada şuan şu vakit ben göremiyorum. 

Her zaman her yerde anahtarımı, cüzdanımı ve bazen de abartarak çantamı unuturum. Genelde de ya evin kapısının önünde ya da yolda aklıma gelir. Ani panik, yüzü aşina çilingir, kedimin kapı açılana kadar dramatize miyavlama sesleri, yeni anahtar takımı... İşte bir devir böyle açılabilecek kapıların anahtarlarını kaybederek geçti. Ben son defa eşyalarımı toplamak için döndüm, bir daha bu evin anahtarlarını bir yerlerde unutamayacağım. 

Kapı açılır açılmaz eşyalarımı koridor bile denilemeyecek girişe yığacağım. Kapının hemen arkasında çiviyle tutturduğum bir askılık, altında Mercimek Hanım'ın kumu. Yerde her zaman ayağa batan, agresif kedi kumu taneleri. Hemen sağda salonum ve mutfağım var. Mutfak bir anne kahverengisi, tezgah bir baba griliğinde. Lavabo her yıl bir defa nisana doğru patlar, Mercimek Hanım her zaman önceden hisseder ve malum kriz baş göstermeden uzun uzun duvarlara bakar. Çok geçmeden genelde deterjan ve yemek kokularının karışmış olduğu kirli su, inadına yavaş yavaş kendini bırakır. Mercimek bilmiş bir edayla göz süzüp uyur, ben dışarı bir kahve içmeye çıkarım.  Tüm o pis suyu baraj yaptığım havlular çeker, ben eve gelinceye kadar bu mevzu dışardaki borular aracılığıyla halledilir. 

Kirli akan suları beklemeye tahammülüm hiç olmadı. Ama zemin kattaki minik evimin arada içini dökmesini severdim, onun bu katarsis anları hepimize lazım.

Eskiden hantal kitaplarım yerlerdeydi, şimdi farklı zamanlarda alınmış iki kitaplığın üstüne kuruluyorlar. Kitaplıklar birbirlerinin muadilleri, rafları yine anne kahvesi tonlarında ve iskeleti siyah metal. Günü kurtarsın diye alınmış zevksiz işler, kendileri olmaktan başka çareleri yok. İçlerinden biri annemin evine geçecek ve artık pembe sardunyalar ile turuncu kalonşaları taşıyacak. Bu süreçte epey bir su ve sitem çekip şişecekler ama işte yine de taşıdıkları kendileri gibi ölmüş ağaç parçaları olmayacak artık. Düşünüyorum da, buna nasıl katlanabilir bir kitaplık?

Televizyonu kaldırmıştım, yerinde şimdi bir elektronik bateri var. Hemen karşısında mavi ve somon renginde iki koltuk. Koltukların üstünde oryantal resimlerin olduğu yastıklar, lavabonun içinde kedili kahve kupaları, gri bir duvarda ukok prensesinden bir iz, diğer duvarda üniversitede çizdiğim inci küpeli kız ve karşısında dünyaları aşan yaşlı bir masalcı illüstrasyonu. Prizlerin kenarlarında banksy esintileri, yerlerde yapmayı pek beceremediğim için derz lekeleri. Ben bu salonda çok defa aşık oldum, bu salonda sarhoş arkadaşlarımın halıya döktükleri dondurmalara hayretle bakıp şaşırdıkları şapşal anları vardı, yerlerinde sergiler hazırladım ve köşeleri Mercimek Hanım tarafından kemirilmiş kapanır masada birkaç bildiri sundum. Yavrumun doğum gününü üç defa kutladım ve uyuyabilmek için sarhoş olmanın elzem olduğu günler de geçti. Güzel sofralar gördü bu salon ve çirkin telefon konuşmaları dinledi. Köşede bir evcil hayvan çeşmesi sürekli yaş döktü. Ben gidince bu ev nasıl hisseder bilmiyorum, o kadar güzel şarkı listesini kendimle beraber götüreceğim.  Hem bir sonraki kiracı da bir kadın olacak aynı benden önce de olduğu gibi. Bu feminen enerjiden uzun süre kurtulamaz gibi geliyor bana ev, özellikle bu salon...

(Apart görevlisi içeri giriyor ve hayırlı olsun dileklerini iletiyor. Anahtarınız mı yok yine?)

Küçük bir yatak odası, tek kişilik ama hep rahatsızlık veren ve yorgun uyandıran. Yine duvarda uzun bir cv tasarımı, çok uzun bir hayatım olmuş gibi yaşam çizgisi tasarımında. Bitişiğinde orta asya haritası, griye boyadığım kaloriferler üstünde kedi yatakları. Pencerelerde yırtılmış yıpranmış perdelerin güneşe tahammülü kalmamış. Kedimin çocukluğundan beri açıp kıyafetleri bir yün yumağına çevirdiği gardırop. Bu odada dört yılın sabahı var ve artık ikimiz de birbirimizi son kez duymaya hazırlanıyoruz. 

Banyo klasik, aslında ortalamaya göre epeyce iyi. Duşa kabin, altın sarısı kuşaklı büyük fayanslar ve ayaklı bir lavabo. Her duş aldığımda yan odaya geçen haylaz köpüklü su ve basınca dayanıksız kaprisli duş başlığı. Köşede kapağı kırık çamaşırlık ve önceki kiracıdan kalan baykuşlu askılık. Baykuşlar olabildiğine şaşkın, not düşmeli. Sanki şey der gibi, sahiden genç bir kadın yirmi dördünden yirmi sekizine kadar burada mı yaşamak zorundaydı?

Şimdi uzun uzun anlattığım ve anlatmaya devam edeceğim bu evi unutacağım. Tayin haberim gelir gelmez rehberi temizledim ve hatta şimdiden çoğu meseleyi, ismi hafızamda çok gerilere attım. Adları unutmam birkaç ayı, bu unutuşları sindirmemse saniyelerimi alır ilerde. 

Apart görevlisi halime acıyarak dışarı çilingir aramaya çıktı. Çıktığı yol epey tozlu ve iki yanında mermerciler var. Hoş zaten az ötesi mezarlık. Gri bir ev, bizim sarı ve büyük apartmanımızın karşısında eziliyor. Sağa dönünce öğretmen evi ve yukarısı çarşı, her mekan başka bir velimin sahibi olduğu iş yerleri. Hesap ödeyebilmek için verilen haklı mücadele, çözüm olarak internet alışverişi. Apartın en üst balkonundan görüşen ışıklı ve gereksiz büyük belediye binası, sabah hiç ötmeyi bilmeyen horozların detone (tahmin dahi edemezsiniz ses çirkinliğinin ciddiyetini) performansları. Bir daha onları bıçakla kovalamayı ve yemeyi hiç hayal edemeyeceğim!

Çilingir geldi...

İnsanın bir yerden ayrılırken mutlu olması mümkün mü? Ben artık mutlu olmak üzerine düşünmemeyi seçiyorum.

Yazıya 2 günlük bir kutu toplama arasından sonra devam...

Düşündüğümden çok daha fazla kutu, poşet ve çuval. Akşam yemeği yemeyi unutmuştum, sipariş bekliyorum. Tüm anılar korunaklı, patpatlı paketlerin içinde. Adımı az önce çıkardım kapıdan, doğu görevi evine ismini yazdıran tek bendim. Şimdi hiçbir şeye hevesim yok, dört yıl önce evciliği hala seviyormuşum.

Dün çocukluğum saydığım öğrencim geldi, saatlerce koli bandı sesi eşliğinde konuştuk. Keşke burada kalan her çocuğu patpatlara sarsam, gerçek hayattan uzak bir geleceğe götürsem ve orda hepimizin yaşadığından daha iyi yaşasalar. Oysa bunu kendim için bile yapamıyorum. Ne de olsa bu bir veda ve yazının yaydığı bir melankoli var. Ben tam tersine memnunum. Gidiyorum. Gitmek ne güzel kelime!

Yine de bazı şeyleri özlemeye mecburum. Kendim doğurmuş saydığım çocuklarımı, zıplayarak yürüyen bir deniz kızını, başına buyruk bir dağ keçisini, münzevi ve hoyrat bir sarı kartalı, dünyanın en zarif ve güzel bülbülünü... Bir daha onlara bu kadar yakın olamayacağım. Ama gitmeye de mecburum.

Bu nehir son defa başımın üstünden dökülüp saçılıyor bu gece... 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şamlılar Pastanesi Yıkılmış

Burada çalışmak istemezdim. Herhangi bir zincir kahvecinin bol şuruplu adını bi türlü ezberleyemediğim kahvesini yudumlarken, üniversitedeyken gittiğim o epey uzaktaki pastaneyi özlüyorum. Orda olmak, çay sevmediğim halde çay içmek, çalışmamın sonunu bir Türk kahvesiyle taçlandırıp epeyce eski kasada hesabı ödeyip çıkmak istiyorum. Kimsenin çok bilmediği arka bahçesinin duvarlarındaki seramik kırıklarından yapılmış bezemeyi görmek, demir işlemeli sert sandalyelerde oturmak ve gazoz içmek istiyorum. Şamlılar pastanesinin matruşka misali iç içe olan ve kapılarla ayrılmış ama bir yandan da pek ayrı hissettirmeyen içerisinde oturmak ve pastane sahibinin abisinin yaptığı manzara resimlerine bakmayı arzuluyorum. Sahibini hatırlıyorum, ince uzun yapılı, uzun bacaklı, sakin mizaçlı, müşterileri -misafir mi demeli- güler yüzlü karşılamaları vardı. Geçen yıl gitmiş miydim ben oraya? Geçen yıl bugün yıkılma ihtimali yoktu, çok üzüldü mü acaba? Yoksa kırk yılı aşkın bir mirası hakkıyla göğüslemeni

"Sadece Mutsuz İnsanlar Sayar" ya da Prozac Esnemesi

Üniversitede sanat tarihine giriş dersinde hoca tüm sanat tarihini bilmenin insan kapasitesinin çok üstünde olduğunu söylemişti. Ben bugün bunu biraz daha arttırıp yaşamanın ve acı çekmenin de insanın sınırlarını çok aştığını söyleyeceğim.  İnsanın aklını kaybetmesi bir anlık, insanın aklını başına toplaması da. Yine nefes alamıyorum ve yine yanımda bitki çayı tütüyor. Yine ateşim var ve yine gözlerim yanıyor. Kaderci değilim ama insanın alnına, avuçlarına, göğsüne ve bilhassa karnına yazılan yazılar var işte. Benimki kaygı bozukluğu, alerjik astım ve nane çayından oluşan bir çeşni, kabulleniyorum. Ek olarak bir de yapılacak listeleri vardı, ben 29 yaşında kendini kocaman bir kontrol sayfasına çevirmiş bir kadın olarak bu satırları yazmaya devam ediyorum. Ama Bıçakçı'nın da dediği gibi sadece mutsuzlar sayar, ben bunun yanında kendimi de değiştirebiliyorum.  Geçen ay tüm yapılacak listelerimi çöpe attım, uzun uzun yazdığım 35'inde Uygar nasıl biri olmalı mektuplarını yırtıp ma

Ahmet Hasim'in Baktıgı Nehre Bakıyoruz

Bıçakçı bir kitabında bir yeri sevmemenin kendini çok sevmekle ilgili olduğunu yazmıştı. Bunun benim için geçerli olduğunu sanmıyorum. Cizre'yi sevmememin benimle alakası yok. O tek başına, kemikleri kırılmış; derisi yüzülmüş.* Bu nehrin karşısında bir videom var, geldiğim ilk zamanlar. O zaman Haşimle aynı nehre baktığımı bilmiyorum. Cizre'yi ne kadar beğendiğimi anlatıyorum gülerek, o tarihten yaklaşık bir yıl sonra yine aynı nehri gözlüyorum ve Haşim'in bu nehre baktığını öğreniyorum. Bu defa burayı hiç sevmediğimi geçiriyorum aklımdan.   Ben burada, yanımda ve karşımda olan, akan ve aktıkça gürleyen, kirli sularında azamet sakladığını düşünen yüzlerce suyun içinde ve dışında yürüdüğüm geceler yaşadım.  Şairane olmayan şeyler vardır, bence Dicle de onlardan biri. Ama bu kış kimle o nehrin kenarında yürüdüysek aynısını dedi. "Ahmet Haşim'in Baktığı Nehre Bakıyoruz." Sanki insanlar ve nehirler ağız birliği yapmış.  Orda görünen ama gerçekte orda olmayan şeyle