Ana içeriğe atla

Şamlılar Pastanesi Yıkılmış

Burada çalışmak istemezdim. Herhangi bir zincir kahvecinin bol şuruplu adını bi türlü ezberleyemediğim kahvesini yudumlarken, üniversitedeyken gittiğim o epey uzaktaki pastaneyi özlüyorum. Orda olmak, çay sevmediğim halde çay içmek, çalışmamın sonunu bir Türk kahvesiyle taçlandırıp epeyce eski kasada hesabı ödeyip çıkmak istiyorum. Kimsenin çok bilmediği arka bahçesinin duvarlarındaki seramik kırıklarından yapılmış bezemeyi görmek, demir işlemeli sert sandalyelerde oturmak ve gazoz içmek istiyorum. Şamlılar pastanesinin matruşka misali iç içe olan ve kapılarla ayrılmış ama bir yandan da pek ayrı hissettirmeyen içerisinde oturmak ve pastane sahibinin abisinin yaptığı manzara resimlerine bakmayı arzuluyorum. Sahibini hatırlıyorum, ince uzun yapılı, uzun bacaklı, sakin mizaçlı, müşterileri -misafir mi demeli- güler yüzlü karşılamaları vardı. Geçen yıl gitmiş miydim ben oraya? Geçen yıl bugün yıkılma ihtimali yoktu, çok üzüldü mü acaba? Yoksa kırk yılı aşkın bir mirası hakkıyla göğüslemenin bıkkınlığı ile rahatladı ve fırtınalı yahut durgun denizdeki gemi kompozisyonlarını çöpe mi yığdı? İsmi neydi adamın ve sahi neden palmiyeler vardı tabelalarında. Çok eskiydi ve çok güzeldi (adam mı, pastane mi?). Neden defalarca gitmedim, neden tüm üniversite hayatımı orda geçirmedim, neden geçen yıl bugünümü tamamen orda tüketip elimi çenemin altına koyup yavru bir köpek gibi hüzünlü baktığım bir fotoğraf çektirmedim?

Aşık olduğum herkesi oraya götürmedim mi ben? Elazığ'dan gitmek güzeldi, dönmek daha güzel. Eski bir arkadaşa, hatıraya veya kendine kavuşmak gibi düşündüğüm o mekana sanki alnımda bir zafer nişanesi varmış, vücudumda türlü savaş yaraları ile galibiyetimi, hala yaşadığımı göstermeye ne hevesliydim. Görür görmez söndüm, ben buraya ne için gelmiştim? Tekrar aşık olmak, yeniden hayal kurmak, yaşlanmadığımı göstermek, orda gazoz içmek ve alçı içine yerleştirilmiş kırık seramiklerin güneş altındaki yansımaları ile oynayan yavru kedileri görmek için değil mi? Şimdi aşık olduğum güzel elli adamları götürecek eski bir pastane yoksa ve bahçesinde koca gövdeli tıknaz ağaç, hangi şiiri okumam gerek bu şehirde?

Ben sadece bu pastaneyi ölçülü sevebilmeyi başardım. Hep gittim ama sık değil. Hep uğradım ama saatlerce kalmadım. Hep bir şeyler yiyip içtim ama hiç favorim olmadı. Bu yaşımla yeniden otursun istiyorum karşımda münzevi ve kibar halli sahibi. Şuan şu vakit ikimiz bir şekilde karışmış gibi, benim gençliğim onun orta yaşı, eski bordo deri koltukların üstünde oturup altımızda resimlerden akan kara suya çıplak ayaklarımızı bastıralım. Onun siması ve benim yüzüm her dalgada farklı akislerle birleşse ve ayrılsa, sevdiğim adamlara, hayran olduğum kadınlara, annem babam ve ablama dönse ve karşımda sonunda kendimi görsem. Gördüğümü tanımasam. Kendimi azat etsem kendimden ve yalnız kalsam, biraz uzanıp arka bahçedeki güneş altında hiç dinlemediğim şarkıları dinlesem. 

Bir daha gelmek istemeyeceğim kafelerde çalışırken oyalanıyor ve boş duvarlara dalıyorum. Ne üst üste yapıştırılmış duvar kağıtları ile eski çerçevelerde buket buket çiçek yağlı boyaları var ne de içimde heves.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Perşembe Günü

İnsana çok da fazla boş zaman gerekmiyor aksi halde blog yazmaya başlıyor. Çocuk mu yapmalıydı? Yüzümdeki lekeler ne yapsam geçmedi ya da ben sivilcelerimi kazıyıp durduğum için ne yapsam fayda etmedi. Alın yazımın olması gereken yerde yaralar olduğu için mi bu aralar hayatım durduğu yerde beklemeye devam ediyor yoksa daha anlamlı bir noktası var mı bu durağın? Günümü melankolikleştirmeye bayılıyorum, peki bugün niye daha hüzünlü? Boş zaman, her şey boş zamanlar yüzünden.  Karın yağışını izledim, lezzetli bir sandviç yaptım ve bitki çayımla romantik komedi izledim. Gece gördüğüm freudyen rüyaları düşünmedim ve defalarca içine dalıp çıkmadığım havuza neden ablamı da sürüklediğime kafa yormadım. Kedim masamda uyurken onu izledim ve iyi müzikler dinledim. Neden bir yanım aşırı huzurlu diğer yanım cehennem? Her şey boş zamanların suçu. Boş zamanlar yüzünden anlıyorum kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey olmadığını. Zıt kelimelerin gereksizliğini ve balkon parmaklıklarının trajik bir ö...

Yetişkinler Cephesinde Yeni Bir Şey Yok*

 ve tabii bende de... Puslu bir kahve içiyorum, ben mi kötü süzdüm yoksa kahvenin kendisi mi bu? İçten içe hayata karşı da aynısını hissettiğimi tüm umutlu insanlara bildirmeyi bir borç bilirim. İşler büyüdükçe kötüleşmiyor, zaten hep kötüymüş. Yetişkin olmak vergi ödemek, taksit vermek, çiçekleri düzenli sulamak ve pişman olurum korkusuyla dövme yaptırmamakmış. Daha söylenecek çok şey var, yetişkinlik aynı zamanda tüm bu kötü şeyleri o kadar da kötü görmemek demekmiş. Ve en değerli olan melankoli hissini kaybedip gerçekten üzücü şeylere üzülmek de olabilir. Ben melankolimi kaybetmemek için büyümüyorum. Melankoli her zaman lüks hissettiriyor ve selenyum eksikliklerinden ya da mr randevularından muaf olabiliyorsun. Dünyanın en güzel hissi hala yere dökülen saç tellerini görmezden gelmek ve kirli ayakkabılarla kitapçı gezebilmek.  Fakat bazen karşı  cepheye de geçiyorum. Ekonomi videoları izliyor ve yeni bir dünya savaşından korkuyorum. Oysa genelde tam aşkı bulduğum vakit ...