Bu yazıya başlamadan Frankenstein'ın doktorunun ismine baktım, garip şekilde yaratığına kendi ismini vermiş. Aynen Poor Things'teki Bella'nın bebeğinin yeni Bella olması gibi. Ama bu bambaşka bir konu.
Benim şairleri ve bilhassa bir şairi haddinden sevdiğim vakitler oldu. Camdan bir otobüs durağında ezbere söylenen o şiir olmasaydı sever miydim bilmiyorum. Farsça ve Arapça dillerini öven bir hocam vardı, onla tanıştıktan sonra Osmanlıca ve Farsça kurslarına gittim. Babam küçükken gördüğü her müsvedde kağıda alakasız bir tükenmez kalemle annemi çizerdi, resim öğretmeni oldum. Küçük ablam edebiyat okuyordu ve geceleri kuzenimle şimdi ismini Halk Edebiyatı diye tahmin ettiğim derse çalışırdı, tüm gece birbirlerine masalları sorarlardı. Büyüdüm ve kitaplığın yarısı bu masallarla ya ilgili ya yakınından geçiyor. Annemin harika örgü ve el işleri vardı, kedime battaniye örmem ya da bardağıma bir fincan kazağı, onun gölgesinden. Tanpınar'ı kendi "yatılacak entelektüeller listesinin" başına koyan bir felsefe hocam sayesinde azılı bir Tanpınar hayranı, Bedri Rahmi'yi şevkle anlatan diğer bir sayesinde toplumcu gerçekçi oldum / olmaya çalıştım. Peki ablam oldum mu kedileri daha çok sevince?
Tüm bu karşılaşmaların birer artığı, toplamı, kompostu ya da her ne isim verilirse oyuydum işte. Bu karşılaşmalarda konu hiçbir zaman kök harflerden oluşan kelimelerin hüneri ya da Tanpınar'ın eşsiz İstanbul anlatımları olmuyordu, bunlara hayran olmuş kişilerin söz konusu sanat alanlarına, yemeklere, mekanlara karşı sevgisi, hayranlığı, heyecanıydı beni şevklendiren. Nazım Hikmet'i okumak mı yoksa onu çok seven birinden dinleyip ardından onun şaire hissettiği duygularla birleşip, büyüyüp, yetiştirilen bir çiçek misali o karşılaşmanın ortasında olan şeyleri mi görmekti? Böylece bir şair ve şiir kendinden çok daha büyük, değerli ve önemli oluyordu. İşte bu kavuşma bir biçimde her şeyi daha kalıcı hale getiriyor, sonsuzlukta bir dal daha yeşeriyor ve yetişiyordu.
Uzun çok uzun zamandır böyle karşılaşmalarım olmamıştı, memlekete döner dönmez nihayet bir taneye daha rastladım. Orda sakin, kendi içinde, pembe tatlı bir buket gibi duruyordu. Yüzüme bir parça daha belki belime ya da parmaklarımın ucuna, hayatım ruhsuz bir tamamlanma öyküsüyse işte bir tane daha parça buldum kendime. Çok güzel şarkılar dinledim, makamın ne demek olduğunu öğrendim ve ilk defa karşımda birisi notaları okuyup hiç dinlemediğim bir besteyi öyle güzel ve heyecanla anlattı ki ya da malum bestekârı. Bu odaya, içime neler eklendi bu vesileyle; bir radyo, bir pikap, bir kaç plak, kuru gül buketleri? Sayısız keyifli ve içli şarkı? Afife Jale ve Selahattin Pınar'ın hazin aşk öyküsünü bilir miydim, illa bir yerde karşıma çıkardı. Ama unuturdum, şimdi biri sayesinde ve yüzünden belki bambaşka bir şehirde bambaşka birine anlatacağım. Ve dağdan yuvarlanıp büyüyen çığ gibi her anlatan bir sonrakinde daha büyük bir iz ve hüzün bırakacak. Sanatın tesiri kendisinden değil, ona bakan bir gözün başka bir kulağa fısıldayışından.
Peki ben kimim, bu kendi kendinin Frankensteinı halet-i ruhiyesi işin sonunda aynada görebileceğim bir ben vadediyor mu? Kompost gibi verimli mi yoksa bir artık gibi işe yaramaz mı olacağım, iki türlü de yalnızlık var işin ucunda. Yerin dibinde ve bulutların üstünde, bir biçimde geriye sadece yankılar kalacak. Bambaşka seslerin söyledikleri benim ağzımdan çıkıp yine kendime dönecek ve ben hayatımın bir yerinde o emdiğim, çaldığım ve hevesle kuyruğumun ucuna yamadığım süslerle tek başıma kalacağım.
Belki işler bu derece trajik değil fakat işte herkes kendinin tutsağı. Ben bir defa daha kendimle sohbeti bir sevgiliye tercih ettim. Aynı kedimin şimdi kabusunda görüp bıyıklarını titrete titrete korktuğu kabusu gibi benim de kabusum başka biriyle mutsuz olmak. Çünkü kendimle olanınkine hep razıyım...
Yorumlar
Yorum Gönder