Ana içeriğe atla

Bir Albüme Sığdırmalık

Benim için en keyifli eylem "almak" değil, aksine ne zaman mutsuz ve değersiz hissetsem kredi kartım cüzdanımdan fırlar, hoplaya zıplaya tanımadığı post cihazlarına kendini sıkıştırır. Aksine bir şeyler atıyorsam ve evin önünde sırayla çöp poşetleri oluyorsa bilin ki ben iyileşmiş, yeni kararlar almış ve hatta mutluyumdur da. 
Bu ara hem alıp hem atıyorum. Şimdi hangisiyim?
O gün markette öylesine gezerken tam istediğim gibi bir albüm buldum, ailemin gençlik fotoğrafları ve benim çocukluğum için. Hiç sığmaz sandığım fotoğraf topu topu elli tane bir şeymiş. Çok ama çok güzel fotoğraflar, babamın müdür koltuğunda gülümsemeden oturduğu müşkülpesent hali ya da annemin boynundaki ine oyalı fularıyla endam etmesi. Benim yün takımlarımla ve tepeden toplanan saçlarımla dişlek dişlek güldüğüm nice sevimli fotoğraf. Abim, ablalarım, hatta dayım ve büyük annem. Hayatımın en güzel fotoğrafları ve hayatımdakilerin en güzel fotoğrafları sadece birkaç sayfaya sığdı. 
Ben de kendi fotoğraflarımı silmeye başladım.
Ama bir türlü şunun cevabını kendime veremiyorum, ailemin neredeyse tüm tarihi elli fotoğrafa sığıyorsa benim yirmi dokuz yılımın ederi ne? Drive yedeklerimi ortaya saçtım, düşüre düşüre iki yüz elliye kadar düşürdüm. Kedim ve garip uyku şekilleri olmasaydı eleme daha kolay olur muydu? İlk evimin fotoğraflarını sildim. Artık ilklerin, evlerin ve düzenin değersiz olduğu yaşa gelmişim demektir bu. En eski arkadaşımla çektiğimiz tüm fotoğrafları bir çırpıda sildim. Başka bir arkadaşımın terliğini kaçıran köpekle çektiği fotoya kıyamadım. Mercimek Hanımla beraber okuduğumuz Maaday Kara anını bloğa koymaya karar verdim ve Anıtkabir'deyken daha iyi bir fotom olmadığı için kendime kızdım. İlerde bunlara bakıp annemin, nenemin gençlik fotoğrafları diyecek bir neslim olacak mı bundan da bihaberim şuan. Belki yeğenlerim aşırır bu fotoğrafları ya da bilmem, kaybolur gider bir yerlerde. Neden tüm ihtimaller birbiriyle aynı hissettirir insanı, ben çoğu zaman kendi hayatımın dahi dışındayım. Anlam yok, anlamın dahi anlamı yok. 
Sanatta ve hayatta en korkunç yere geldim, dekoratif bir ömür beni bekliyor. Her şey özenli, kontrollü, değerli olacak. Öyle olması gerektiği için. Öylesi daha yakışacağı için. Eski fotoğraflarımızın hepsi endamlı ve müşkülpesent öyleyse yeni fotoğraflarımız kibirli ve aydınlık olmalı. Hikayenin devamına daha uyacağı için, hikayeye saygı için. Modern hayat bir kurgu ve ben çok roman okudum.
Sırtıma rüzgar vuruyor ve ben fotoğraflarımı elemeye devam ediyorum. Tüm geçirdiğim yazlar ve henüz yaşamadıklarım dışarda esip duruyor, ağaçları sallayıp yaprakları savuruyor. Sanki hepsi aynı. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şamlılar Pastanesi Yıkılmış

Burada çalışmak istemezdim. Herhangi bir zincir kahvecinin bol şuruplu adını bi türlü ezberleyemediğim kahvesini yudumlarken, üniversitedeyken gittiğim o epey uzaktaki pastaneyi özlüyorum. Orda olmak, çay sevmediğim halde çay içmek, çalışmamın sonunu bir Türk kahvesiyle taçlandırıp epeyce eski kasada hesabı ödeyip çıkmak istiyorum. Kimsenin çok bilmediği arka bahçesinin duvarlarındaki seramik kırıklarından yapılmış bezemeyi görmek, demir işlemeli sert sandalyelerde oturmak ve gazoz içmek istiyorum. Şamlılar pastanesinin matruşka misali iç içe olan ve kapılarla ayrılmış ama bir yandan da pek ayrı hissettirmeyen içerisinde oturmak ve pastane sahibinin abisinin yaptığı manzara resimlerine bakmayı arzuluyorum. Sahibini hatırlıyorum, ince uzun yapılı, uzun bacaklı, sakin mizaçlı, müşterileri -misafir mi demeli- güler yüzlü karşılamaları vardı. Geçen yıl gitmiş miydim ben oraya? Geçen yıl bugün yıkılma ihtimali yoktu, çok üzüldü mü acaba? Yoksa kırk yılı aşkın bir mirası hakkıyla göğüslemeni

"Sadece Mutsuz İnsanlar Sayar" ya da Prozac Esnemesi

Üniversitede sanat tarihine giriş dersinde hoca tüm sanat tarihini bilmenin insan kapasitesinin çok üstünde olduğunu söylemişti. Ben bugün bunu biraz daha arttırıp yaşamanın ve acı çekmenin de insanın sınırlarını çok aştığını söyleyeceğim.  İnsanın aklını kaybetmesi bir anlık, insanın aklını başına toplaması da. Yine nefes alamıyorum ve yine yanımda bitki çayı tütüyor. Yine ateşim var ve yine gözlerim yanıyor. Kaderci değilim ama insanın alnına, avuçlarına, göğsüne ve bilhassa karnına yazılan yazılar var işte. Benimki kaygı bozukluğu, alerjik astım ve nane çayından oluşan bir çeşni, kabulleniyorum. Ek olarak bir de yapılacak listeleri vardı, ben 29 yaşında kendini kocaman bir kontrol sayfasına çevirmiş bir kadın olarak bu satırları yazmaya devam ediyorum. Ama Bıçakçı'nın da dediği gibi sadece mutsuzlar sayar, ben bunun yanında kendimi de değiştirebiliyorum.  Geçen ay tüm yapılacak listelerimi çöpe attım, uzun uzun yazdığım 35'inde Uygar nasıl biri olmalı mektuplarını yırtıp ma

Ahmet Hasim'in Baktıgı Nehre Bakıyoruz

Bıçakçı bir kitabında bir yeri sevmemenin kendini çok sevmekle ilgili olduğunu yazmıştı. Bunun benim için geçerli olduğunu sanmıyorum. Cizre'yi sevmememin benimle alakası yok. O tek başına, kemikleri kırılmış; derisi yüzülmüş.* Bu nehrin karşısında bir videom var, geldiğim ilk zamanlar. O zaman Haşimle aynı nehre baktığımı bilmiyorum. Cizre'yi ne kadar beğendiğimi anlatıyorum gülerek, o tarihten yaklaşık bir yıl sonra yine aynı nehri gözlüyorum ve Haşim'in bu nehre baktığını öğreniyorum. Bu defa burayı hiç sevmediğimi geçiriyorum aklımdan.   Ben burada, yanımda ve karşımda olan, akan ve aktıkça gürleyen, kirli sularında azamet sakladığını düşünen yüzlerce suyun içinde ve dışında yürüdüğüm geceler yaşadım.  Şairane olmayan şeyler vardır, bence Dicle de onlardan biri. Ama bu kış kimle o nehrin kenarında yürüdüysek aynısını dedi. "Ahmet Haşim'in Baktığı Nehre Bakıyoruz." Sanki insanlar ve nehirler ağız birliği yapmış.  Orda görünen ama gerçekte orda olmayan şeyle